Yazımız 3 Ağustos 2024 tarihinde güncellenmiştir.
Refik Halid Karay Sözleri…
15 Mart 1888 yılında doğan ünlü yazar Refik Halid Karay 18 Temmuz 1965 yılında vefat etmiştir.. Bir çok esere imza atan; Memleket Hikayeleri, Gurbet Hikayeleri, Yeraltında Dünya Var, Bugünün Saraylısı, Gurbet Hikayeleri, Sürgün, Nilgün , Üç Nesil Üç Hayat, Bu Bizim Hayatımız, Anahtar, Karlı Dağdaki Ateş, Guguklu Saat, İstanbul`un Bir Yüzü, Kadınlar Tekkesi, Çete, Sakın Aldanma, İnanma, Kanma, Bir Avuç Saçma, Deli…. gibi 51 tane eseri bulunan bu yazarın eserlerinden aldığımız alıntılarla bir demet hazırladık…
Refik Halid Karay Sözleri
”Büyük başın ağrısı büyük olur.”
İyi insan olmak istersek, önce kötü insan olduğumuzu anlamalıyız.
”Tek ayna icat edilmemiştir ki kadına ‘sende iş kalmadı’ desin.”
İnsanı yaşı değil, yaşadıkları büyütürmüş.
“Yalan pek tatlı bir şey olmalı ki, bu günahı dilimizle işleriz.”
”Kadın eliyle açılan gönül yarasını yine bir kadın eli sarar.”
Hayvanları aldatmak niçin güçtür? Bizim en aldatıcı vasıtamızdan, sözden anlamadıkları için!
Parasız kalmanın dehşetini duymamış adamlar, harp ateşini tatmamış askerlere benzerler.
…İçinden ”Ne tuhaf, diyor, insanın yüreği de meğerse dişleri gibi kamaşırmış!”
Bir çiçekle bahar olmaz, derler. Aşk baharı tek çiçekle olur…
“Her günü birbirine benzeyen hayatın ne kıymeti var?”
”Taç koyacağız derler, külahını kaparlar; dost görünürler, ciğerini yakarlar.”
“Konuşabilmek için lazım gelen zekaya sahip olmamak veya sükut etmek lazım geldiğini anlayacak idrakte bulunmamak ne büyük bir sefalettir.”
”Başkalarını aldatmaya alıştığımız için bazı defa kendimizi başkası yerine koyar, kafamızın sesiyle konuşarak kendimizi de aldatmaya çalışırız.”
Evet, sakın aldanma, inanma, kanma; bu dünya hile, hud’a dünyası. .. Evvela çoban görünüp başa geçiyorlar, sonra kurt olup sürüyü yutuyorlar
”Müzik sesin, şiir sözün renkleşmesidir. Fikir renkleşmeden güzel sanat olamaz.”
İnsan başkalarını aldatma idmanını önce kendinde yapar.
Sen sadece sevilmeyi seviyorsun. Tek taraflı aşk, tek kürekli kayık gibidir; bulunduğun yerde dönüp durursun, engine açılamazsın.
”Medeniyetin birinci vazifesi çocuğun dudağına tebessüm kondurmaktır; gam düşürmek değil!”
Okullarda her şeyi öğretirler, mesela kelebeğin nasıl koza ördüğünden, maden kömürünün nasıl vücuda geldiğine kadar… Fakat hayat için daha önemli olan bir mesele ders programlarına dahil değildir: Konuşmak usulü!”
“Bir gazete, sayfalarının çokluğundan dolayı satılmamalıdır. Dolmalık lahana almıyoruz. Gazeteler, yazıları okuma zevkimizi okşadığı, lazım olanı, ne az, ne çok, verdiği için satılmalı ve rağbet görmelidir.”
İnsanlar, yalnız kendi mutluluklarını iyice duymak için, başkalarının felaketinin arar, ve bencilliklerinin böyle bazı çeşitlerine erdem adı vererek mesela ‘ahlak’ sayarlar. Halbuki, bunun aslı, başkasının felaketinden duyulan vahşi zevk, kendisini ondan mutlu görmek için hazırlanmış garip bir delildir.
“Doğar doğmaz koşup yürümeye başlayan, bir bakıcı, bir de aylarca kundakta ve senelerce kucakta kalmaya mahkum çocuğa bakınız. Ya geceleri gündüzmüş gibi gören kediler? Ya hem suda, hem karada yaşayabilen kurbağalar? Ya kışın inine kapanıp tabanını yalayarak geçinen ayılar? Bir tavuğa zehirli ot veriniz yemez… Biz farkında olmadan yer ve hapı yutarız. Bir köpek yavrusu ateşe elini sokmaz… Bizim çocuğumuz alev tutmaya koşar. Yaralarını yalayarak iyi eden, hastalanınca kendiliğinden perhizini yapan, elbisesini tabiattan alan hayvanlara çoğu cihetten gıpta etmeliyiz.”
“Konuşabilmekle insanlık en kıymetli vaktini boş yere sarf etmiş, daha faydalı işlerle uğraşabileceği veya rahat edeceği zamanını havaya serpmiştir. Konuşma kabiliyetimizi, sakın, akıl ve zekamızın, marifetlerimizin nedeni gibi göstermeyiniz. Arılar, karıncalar ve kunduzlar hiç konuşmayı bilmedikleri halde en muntazam teşkilata sahip birtakım savaşçı, mimar, mühendis, üretici, olgun, medeni mahluklardır. Hatta hayvanları bırakalım, bir dilsiz insan, dili olanlardan daha az mı işgüzardır? Bilakis… Belki de bizim dilimiz olmasaydı, tıpkı dilsizlerde olduğu gibi, zekamız veya başka bir özelliğimiz gelişirdi. Meydana iş koymak için söze lüzum yok demektir. İşaret veya en fazlası bir ufak ses kafidir.”
Ramazan ayı boyunca şehrin ileri gelenlerinin iftar verme geleneği meşhurdu.
On bir ayın bir sultanı unvanıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mideyle alakadardı; bu ayda bazen israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer; İstanbul, en nefis yemeklerin her ‘Merhaba’ diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki… Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede ve ne münasebetle tanışıldığını, isminizi, işinizi sormazdı. Sadece, kapıda duran ağa, kılığınıza kıyafetinize bakarak size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada ya orta sofrada yahut da alt katta kahve ocağı sofrasında… Otur masanın bir kenarına; istersen ne konuş ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç, usulcacık sıvış, git. Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acayip bulmazdı. Otuz gün Ramazan’ı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı! (Üç Nesil Üç Hayat, Refik Halid)