Şaban Teoman Duralı Sözleri

PAYLAŞ
Şaban Teoman Duralı Sözleri
  • 1852
  • +
  • -

Yazımız 1 Aralık 2024 tarihinde güncellenmiştir.

Şaban Teoman Duralı Sözleri…
Felsefeci ve bilim insanı Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı 74 yaşında hayatını kaybetti.

Şaban Teoman Duralı (7 Şubat 1947, Zonguldak – 6 Aralık 2021), Türk felsefe profesörü, biyolog, akademisyen ve düşünür. Felsefe tarihi, biyoloji felsefesi, dilbilim, siyaset felsefesi, savaş felsefesi gibi alanlarda çok sayıda kitabı ve makalesi vardır.

Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı’nın eserlerinden aldığımız alıntılardan bir derleme hazırladık…

Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı Sözleri

Bilgi’ye saygılıysak, ‘geçmiş’e hürmet göstermeliyiz. 

 

Bizi insan kılmış olan medeniyet, İslâm medeniyetidir.

 

Kültürü harab olmuş bir toplumun maddi direnci de kırılır.

 

İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibatta olması, Kur’anın ana savıdır.

 

Tanrının evrensel düzeni, insanlık aleminde devlet nizamıyla görünüme çıkar.

 

Öksüz kalmış çocuk neyse, ‘Tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur.

 

Friedrich Nietzsche, “Tanrı, öldü” derken, kasdettiği, ideolojileştirilmiş Hıristiyanlığın baş ilkesidir.

 

Ahlakın iki temel dayanağından biri, ahde vefa, yani Allah korkusu; öbürüyse, Onun rahmetinden ümidin kesilmemesidir.

 

Bilimin üstü ve kaynağı felsefedir. Onun fışkırdığı pınarsa, hikmettir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrak ile bilme demek olan ‘hadsisadık’tır.

 

İngiliz-Yahudi medeniyeti ile onun yönlendirici etkeni olan Farmasonluk tabiyetinden kurtulma kavgasını vermek üzre meydana çıkan ideoloji Faşism olmuştur.

 

İmdi, Dinin, yani, İslamın açıklama anahtarları Hz Muhammed’de ve dahi, İlim medinesinin kapısı olan Hz Ali’dedir. Onlar, veli-dahidir, kısacası ‘insanıkâmil’dirler; Nietzsche’nin deyişiyle ‘üstüninsan’dırlar.

Şaban Teoman Duralı Sözleri

“Bir kültürün değişme hızı, tabiattan kopuşu ile ölçülür. Kültür seviyesi arttıkça tabiattan uzaklaşıyorsun. Tabiî ihtiyaçların karşılanmamasından başka bu sefer sun’i ihtiyaçlar üretiliyor.”

 

İslâm bilginlerinin, hayvanî can da dedikleri nefs, “insanı yaşatan, geliştiren, yediren, içiren, cinsini üreten kâbiliyettir”. İnsanın ‘can’ı demek olan ‘ruh’ ise, insandaki anlayış, söyleyiş, düşünüş, hayra yöneliş ile kendini toplumun hayrına adama kâbiliyetidir.

 

Ruhumun kendisini bende duyuruşuna, hissettirmesine, ‘basiret’ diyoruz. Başka bir ifadeyle, ‘basiret’, ‘iç görüş’tür, ‘gönül gözüyle’ görmedir. Gönül gözüyle görmeyse, kişiyi ‘içten’ kılar. Gönül gözüyle görerek benini ‘içten bilen’, ‘bilinçli’dir.

 

Türklerin sembol hayvanı kurttur. “Öylesine zorlu tabii ve coğrafi şartlar muvacehesinde kalkıp geyikler ile ceylanları kendilerine örnek alacak değillerdi ya; yahut gül ile bülbül muhabbetleri üstüne şiir düzecek halleri yoktu!

 

Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsileleri arasında karineler yoluyla neden-etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defalarca yokladıktan sonra her adımını atan dağcıyı andırır.

 

Milliyetçiliğim içine doğduğum, içinden yetiştiğim şu millete kayıtsız şartsız hizmet kavrayışına dayanıyor.
Burada doğup büyümeği, bu millete mensup olmağı, hayat yolumu, şeklimi şemâilimi,  anne babamı ben seçmedim…
Hepsi kader. Buna rıza göstereceksin…
Kaderse bana bir dizi görev yükler..

 

İşte, ilkin 1789 İhtilalikebirde Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupanın değişik yörelerine intikal eden, öncelikle de Sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılan İngiliz-Yahudi medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır.

 

Çağımızın önde gelen filosofu José Ortega y Gasset’in (1883-1955), bizimle benzer bir kaderi 1898den beri paylaşan yurtdaşları İspanyolların durumunu tasvir etmek üzre kaleme aldığı eseri ” España Invertebrada” / ” Omurgasızlaştırılmış İspanya” başlığını, Türklüğün de hâlipürmelâlini seçikce dile getirdiğinden, çalışmama adı olarak, saygıdeğer filosofun hoşgörüsüne sığınarak, kullanmakta beis görmedim.

Omurgasızlaştırılmış Türklük, Ş. Teoman Duralı

 

Türkçeye gelince; o, bir yüksek medeniyet dilidir. Ama hangi Türkçe? Klasik, yanî Osmanlı Türkçesi. Bugünkü tahrîf olunmuş, iğdiş edilmiş, tam manâsıyla kirletilmiş sözüm ona Türkçe değil. Bundan dolayı, çalışmamızda dayandığımız, kavramları anlamca berkleştirilip tıkızlaştırılmış, dil bilgisi kuralları ile imlâsı belirgin kılınmış, uslûp zevki yüksek seviyelere erişmiş olan Klasik Türkçedir.

 

Mussolini de, milletinin ruh haletini esaslıca tanıyıp Eflatun’u bir filosof irfanıyla, ağırbaşlılığı ve dikkatiyle inceleseydi, ne kendini ne de toplumunu bildiğimiz o korkunç sona sürüklemiş olurdu. Sonun korkunçluğu maddi olmaktan ziyade, manevidir. Ortalık günlük güneşlikken başlarının tacı kıldıkları önderlerini, talih rüzgarları ters dönünce, uzatmalı sevgilisiyle birlikte, ayaklarından asıp balgam yağmuruna boğdular.

 

Sözünü ettiğimiz ‘insanî varoluş durumu’, ifâdesini “düşünüyorum öyleyse varım” önermesinde bulur. Fizikte Isaac Newton’un (1642 – 1727) mekanik ile çekim yasaları ve Albert Einstein’ın (1879 – 1955) genel görelilik teorisi ile kütle – enerji denklemini dile getiren E = mc2 belirlenimi ne ise, Rene Descartes’ın düşünme – varolma denklemine ilişkin bildirdiği de metafizik için odur. Birinciler fizikte, ikincisiyse metafizikte devrim mesâbesindedirler.

 

Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyan eden mücadeledeki kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hakim güç, aklın havsalanın alamayacağı derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşeri ve tabii tekmil kaynaklarıyla ona teslim olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endişe duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilakı değil, parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihya eden dünyamızdır.

 

Öte yandaysa, Ducenin müttefiki ve kendisi ile önderliğine soyunduğu İtalyan milletini sırtlamaktan bitap düşmüş Führerin sonu, ilkine, maddeten benzer, fakat manen bambaşka olmuştur. Führerle uzun, meşakatlı bir yola düzülen Alman milleti, sonunda, onunla birikte gözünü kırpmadan ateşe atlamıştır. Kaçınılmaz sona yaklaştığını anlayan Führer ise, tabancasıyla kendisini vurmadan önce, ölümünü sağlama bağlamak amacıyla, ne olur ne olmaz babından, bir de, çok güçlü bir zehir yutmuştur. Bu da bir başka seciye örneği.

 

Köleliğin yasaklanması meselesine gelince; bunda zencîlerin bizzât dahli yoktur. Bu, insancıl renkteki kağıtlara sarılıp sarmalanmış aslında iktisâdî bir olaydır. 1770’lerin ortalarından itibaren sanayileşmek suretiyle “tezgahları kendi kendine hareket ettiren” İngilizler, salt beden gücüne ihtiyâçları kalmayınca, 1834’te imparatorluğun her yerinde köleliği yasaklamışlardır. Bununla da kalmayıp özge devletlerin köle ticâretini, öncelikle de deniz kuvvetlerinin gayretiyle, önlemeye çaba harcamışlardır. Mâliyeti ucuz salt beden gücüne tamamıyla muhtâc İspanya, Portekiz, Fransa çeşidinden denizaşırı toprakları bulunan rakîp devletleri böylelikle dize getirmeyi amaçlamışlardır. Bunu da nitekim, önemli ölçüde gerçekleştirmişlerdir.

 

Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda baktığımızda, zorunsuzluk ilkesi reddedemeyiz. Akıl-deney yolu, başka bir sözle, positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız. İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi görürüz. Ne var ki, Vahiy ve “iç sesimiz” yani vicdânımız ise, bize mükemmeli, başka sözlerle, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal olarak algılarız; mükemmellikse, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya “tesadüf eseridir”, “kazadır” ya da “kaderin tecellisidir” şeklinde niteleyebilirim. İki tavır arasında bilgi teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabii ki, âşîkârdır.

 

Önünde sonunda, sathî kültür felsefesi tarihcilerinin, yaklaşık beş yüz yıldır dillerinden düşürmedikleri, evrenin merkezinin, yeryüzünden alınıp güneşe tevdi olunması bağlamında Galilei’nin hüküm giymesi edebiyatı, yüzeyde kalan her şey gibi, gerçekliği derinlemesine yansıtmamaktadır. Nitekim fizik anlamındaki evrenin merkezinin güneş olduğu M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri Geç Eskiçağda, İslâm ile Ortaçağ Hıristiyan medeniyetlerinde önde gelen bilginlerin bildikleri bir husuhtur. M.Ö. Üçüncü yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan matematikci-gökbilimci Samoslu Aristarkhos, ay ile güneşin, yeryüzünden uzaklıkları üstüne yaptığı hesaplamaların ardından güneşin, sâbit yıldızlardan biri olduğunu tesbît etmiş, bir gezegen olan yeryüzünün de, onun etrâfında döndüğü sonucuna M.Ö. 270’lerde ulaşmıştır. Aristarkhos’un hesaplama işlemlerini sürdürerek güneşin merkezde bulunduğunu, yeryüzününse, çevresinde dolandığını M.Ö. 190’larda tekrar ıspatlayan Mesopotamya’da yaşamış Yunanlı gökbilimci Seloykeyalı Seloykos’tur.

 

Anne ilahi sevgi demek olan şefkati, rahminde olduğu kadar, mürebbiyeliğinde dahi tecelli ettirir. Öyleyse, anne, ilahi tecelligahtır; dolayısıyla da kutsaldır. Bu bakımdan o, erkekten üstün ve ona oranla çok daha fazla yükümlüdür: Maddeten ve manen sorumludur. Kadın, hayatın devamından, neslin yetişmesinden sorumludur. Erkekse, kadının bu ağır ödevi yerine getirmesi için gerekli şartlar ile imkanları hazırlayıp onu savunmakla yükümlüdür. Bu anlamda sağlıklı bir toplum, daha önce de belirtildiği üzre, karı-koca ilişkisi şeklinde deyimlendirdiğimiz, kadın-erkek ödevler denklemine dayanır. Bahsolunan denklemde bilkuvve yahut bilfiil anne ve zevce olan kadın, şefkat, iffet, rıkkat ile güzellik kutbunu teşkil ederken; baba ve koca durumundaki erkek de, mücadele azmi, iffet, namus ile dayanıklık yakasında yer tutar. İkisinin, kaçınılmaz paydasıysa, fedakarlık, güvenirlik ile sadıklıktır.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir



blank