Yazımız 1 Temmuz 2024 tarihinde güncellenmiştir.
Yıldız Ecevit Sözleri…
1946 Gelibolu doğumlu Türk akademisyen, profesör ve yazarımız olan Yıldız Ecevit 23 Haziran 2021 tarihinde tedavi gördüğü Bodrum ilçesinde hayatını kaybetti.
Yıldız Ecevit, ortaöğrenimini İstanbul Çamlıca Kız Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Hacettepe ve Ankara Üniversiteleri’nde Türk ve Alman edebiyatları arasında karşılaştırmalı olarak yaptı. 1986-2000 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1996 yılında profesör oldu[2]. Ankara ve Bilkent Üniversitelerinde Alman Edebiyatı, Avangard Edebiyat ve 20. yüzyıl dünya romanı alanlarında dersler verdi.
Postmodern Türk romanı hakkında ve özellikle “Çağını aşan, dahi özellikli sanatçı”olarak gördüğü Oğuz Atay’ın eserleri üzerine kitaplar yazdı. Ben Buradayım… isimli kitabı Oğuz Atay’la ilgili yazılmış en kapsamlı araştırmadır. Nisan 2021’de “Bu roman, yaşamının büyük bir bölümünü ‘bilgi’ derleyerek geçiren birinin: bir edebiyat araştırmacısının ürünü” diye tarif ettiği Kozmik Komedya isimli romanı yayınlandı.
Diğer Eserleri:Türk Romanında Postmodernist Açılımlar–Orhan Pamuk’u Okumak –Bozkır Kurdu’nun Düş Yolculukları/Hermann Hesse (Derleme) –Kurmaca bir Dünyadan (edebiyat incelemeleri) —–
Intellektuellenproblematik bei Max Frisch und Oğuz Atay —-Flissengen Haritada Yok/Maja Beutler (Çeviri) —–Oğuz Atay’da Aydın Olgusu (1989)
Yazarın eserlerinden yaptığımız alıntılardan bir derleme hazırladık….
Yıldız Ecevit Sözleri
Önemli olan ne anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığıdır!
Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.
Roman kişilerinin, yazının kendisi olduğu bir metindir “Kara Kitap”.
İyiliğin tuttuğu taraf boyun eğmenin, itaatin safıdır. Özgürlük daima isyana açılan bir kapıdır.
“Böyle basit ölçülerle değerlendirirler insanı. Dostoyevski’yi de okumamışlardır, bilmezler.”
Yeni bir şey yaşamak yeni bir kitap tanımak oluyor benim için. Kitaplar ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum.
“Kimseyle paylaşılmayan, yüksek basınç altındaki devinimsizlikte acı veren duygu ve düşüncelerden kurtulmanın tek yoludur yazmak.”
Bir matematik teoremi olan a²+ b² = c² de, çağın görüşüne göre denge yansıttığı için uyum içerir, bu nedenle de güzeldir.
“Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki (…) Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz.”
Oğuz o kadar iyi ve dürüst bir insandır ki, eğer bir nedenden ötürü biriyle arası açılmışsa, kesinlikle bilirim ki Oğuz haklıdır.
Hintli düşünür Maharishi Ayurveda ‘ya göre, zihinde bir olay olduğunda bedende de bunun karşılığı bir olay oluyordur.
Birey kendini tanımalı, zayıf yönlerini korkusuzca dile getirme yürekliliğini göstermeli, onları aşmalı ve gerçek kimliğine ulaşmalıdır.
Belki de yalnız ölüme giderken hür olabilir insan. Ancak ölüm-kalım anında hürriyetin gerçek anlamını kavrayabilir
Ne zaman adam olacaksınız? Ey insan olması gerekenler, ey sözde insanlar, sözde başkanlar, sözde müdürler…
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Dostoyevski, kendisiyle ilk tanıştığı lise yıllarından başlamak üzere, yaşamının her döneminde Oğuz Atay’ın en sadık kaldığı yazardır.
Mışkin’lerin, Raskolnikov’ların dünyasıyla iç içe yaşar Oğuz Atay, Dimitri ve Ivan Karamazov’un çatışmalarında kendi iç çelişkilerini bulur.
Edebiyatı tanımak, bu yolda kendini geliştirmek isteyen kişinin ilk okuması gereken yazar Dostoyevski olmalıdır Oğuz Atay’a göre.
Uyum sağlayamadığı ortamdan yine kitapların soyut dünyasına sığınıyor, orada yaşayabileceği yeni bir boyut oluşturuyordur kendine.
Gerçek özgürlük, kalıp oyunlar oynamak zorunluluğundan, öğretilen duygularla yaşamak tutsaklığından kurtulmak demektir.
Oğuz Atay “Tutunamayanlar” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda.
Birey kendini tanımalı, zayıf yönlerini korkusuzca dile getirme yürekliliğini göstermeli, onları aşmalı ve gerçek kimliğine ulaşmalıdır.
Yazmak Oğuz Atay’da tümüyle ontolojik bir işleve sahiptir; iç dünyanın soluk alıp vermeye başlaması, yaşamla buluşması anlamına gelir: yazmak yaşamak demektir.
“Hoşuna gitmeyen ortamlarda mutlak bir suskunluk içine giren Atay, içinde biriktirdiklerini bir konuşma seli biçiminde dışarıya akıtıyordur.”
Yetmişli yıllardaki Oğuz Atay’ın yaşamındaki renklerden en vurgulusu, anlaşılamamanın yarattığı sanatçı yalnızlığıdır kuşkusuz.
Toplumcu bir ortamın edebiyat okurudur Türk romanının okuru. Bu nedenle de, romanı salt bir sanat ürünü olarak benimseyip, onu zevk için okumakta zorlanmaktadır.
Bir süre sonra, insanların belleklerinde yaptığımız geçmişe yolculukların güvenilirliği konusunda, elle tutulur ölçüde kesin dayanakları olan kuşkular birikmeye başladı kafamda.
Oğuz Atay’ı, kuşkusuz yalnızca Doğulu yönüyle etkilemez Dostoyevski; Kafka, Gide, Faulkner ve Camus gibi birbirinden çok farklı yapıdaki Batılı yazarı nasıl etki alanının içine çektiyse, Atay’ı da öyle çeker.
Şiir sevmeyen, roman okumayı zaman kaybı olarak gören, müzik başını ağrıtan, resmi yok sayan bir baba imgesi çizer Oğuz Atay, Tutunamayanlar ve Babama Mektup’ta.
Tutunamayanlar’ın Turgut Özben’i ve Selim Işık’ı, Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet Benol’u, Oyunlarla Yaşayanlar’ın Coşkun Ermiş’i ve Eylembilim’in Server Gözbudak’ı, tek bir insanı anlatırlar: Oğuz Atay‘ı.
Oğuz Atay kitaplarındaki aydın eleştirisi
Aydın bilinç, kendine olan özgüvenini yitirmiş, gerçeğin ipinin ucunu elinden kaçırmıştır; bir şeylerin doğru gitmediğinin farkındadır ama çözümün ne olduğunu kendisi de bilmiyordur.
“Hayatta iki şeyi çok sevdim: Birincisi düşünmek ve yazmak, ikincisi ise yemek yemek. Birincisine kafamdaki ur, ikincisine de ilaçların neden olduğu ülser engel.”
İç dünyada derinleşen, düşüncelerde yoğunlaşan Atay kişileri, bu edimlerinde uçlara ulaştıklarında madde dünyasından koparlar; ölürler ya da ortadan kaybolurlar; yaşam gerçeklerine karşı koyacak güçleri yoktur.
Oğuz Atay‘ın çocukluğundan başlamak üzere zamanının çoğunu kitapların, kurmacanın dünyasında geçirmesi; onun öğrenmeye ve edebiyat estetiğine düşkünlüğü kadar, insanların dünyasından bir kaçış denemesi olarak da nitelendirilebilir.
Robert Musil’in, yaşamdaki tüm karşıtlıkları içine alma hırsıyla oluşturduğu sıradışı romanı “Niteliksiz Adam”dan Oğuz Atay’ın ilk gençliğinden bu yana tükenmeyen bir hayranlıkla söz ediyor olması bir rastlantı değildir.
Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkansız bu. (T.334)
“Çoğu yerde yazmak var olmak demektir Pamuk’ta. Kara Kitap’taki Şehzade de Yeni Hayat’taki Nahit/Mehmet de yazarak kendileri olmaktadır. Yeni Hayat’ın ana kişisi de okuyarak ve yazarak kendisi oluyordur.”
Oğuz Atay’ın idol romancısı Robert Musil onu umursamayan ülkesinden uzakta sürgünde öldüğünde, geride bıraktıkları arasında bulunan bir not, ortak bir yazgıyı belgeler: “Bu ulus, sözünü ettiğim olanağı bana kitaplarımı satın alarak sağlamıyordu. Kitaplarımı okumuyordu.”
Evet, insan ömrünü iki kere ikinin peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, yaşamını harcar, ama aradığını eline geçirmekten inanın ki korkar. Çünkü onu bulur bulmaz, artık arayacak başka bir şeyinin kalmayacağını bilir. Bu da ölüm benzeri bir sondur.
Seksenli yıllarda art arda yayımlanan romanlarıyla Türk edebiyatında yer edinmeye başlayan, doksanlarda ise yalnızca Türk edebiyatının değil dünya edebiyatının da gündemine yerleşen Orhan Pamuk’un Türk edebiyatındaki öncülerinin başında Oğuz Atay’ın geldiği su götürmez.
Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile gerçeği vardı: Can sıkıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti. Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi…
Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle bir düşünce olsaydı.
Oğuz’un o yıllarda en beğendiği kız, kendisiyle aynı yaşlarda olan kemancı Suna Kan’dır. Günay Özmen’in, Oğuz’un Suna Kan hayranlığına uyarladığı espri 1955-1956 Arı yıllığında da yer alır: “Suna Kan’ı çok beğenir ve sanatını da takdir eder. Üç gece arka arkaya rüyasında Suna Kan konseri dinleyince, pijamalı oluşundan utanıp, dördüncü gece lacivert elbisesiyle yattığını anlatmaktadır.”
Ressam olmaz; yaşamdaki duruşunu sağlamlaştıracağı düşünülen para kazanmaya yönelik bir meslek seçer. Yıllar sonra “Tutunamayanlar”ın Selim’ine şöyle dedirtecektir Oğuz Atay: “Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.” (T.326)
Türk edebiyatında, arkaik bir estetiğin geleneksel anlayışıyla kotarılmış toplumcu içerikli köy romanlarının baş tacı edildiği o günlerde, Oğuz Atay bu anlayışın tümüyle dışında yer alan yeni bir roman estetiğinin dünyasında yol almaya başlamıştır. Bu, Atay için, anlaşılamamaktan kaynaklanan bir yalnızlığın da dünyası olacaktır.
Oğuz Atay’ın okunmasını önerdiği yazar ve kitaplar:
Dostoyevski, Stendhal, Henry James, Tolstoy… Ecinniler, Budala, Henry James’den Portrait of a Lady, Parma Manastırı, Savaş ve Barış, Anna Karenina, Kafka tabii, Şato ve Dava, Lewis Carroll -Alice Harikalar Diyarında. Türk yazarlarından da Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı… Ece Ayhan, Cemal Süreyya.
” Üstkurmaca için postmodern edebiyatın ana kurgu ögesidir de diyebiliriz. Bu eğilim genel bağlamda yazma ediminin kurmaca metin içinde kurgulanması demektir. Bu, yazarın metni nasıl yazdığını o metnin içinde anlatması, yazma sorunlarını metninin ana konusu durumuna getirmesi ve kimi kez de okurunu metnin içine sokarak romanı nasıl oluşturduğunu onunla paylaşması anlamına gelir. Edebiyatın kendini anlatması, kurgulamasıdır üstkurmaca; kurmacanın kurmacasıdır.”
Dünya edebiyatındaki en etkileyici bürokrasi betimlemeleri Kafka’nın “Dava” ve “Şato” romanlarında bulunur. Kafka’nın bürokrasi dünyası, insanın içinde kaybolduğu uçsuz bucaksız labirentvari koridorları, akıldışı bir ülkeden gelmiş izlenimi uyandıran ulaşılmaz insanlarıyla tedirgin edici bir atmosfer içerir. Atay’ın “Tutunamayanlar”da çizdiği bürokrasi dünyası da insana yabancıdır; memurlar yaşamı insanın burnundan getirmek için görevlendirilmiş gibidirler: “Bir işin nasıl yapılacağından çok nasıl yapılmayacağını gayet iyi bilirler. Gerçek olumsuzluğun sultanıdırlar.”
Babasına mektup
Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde “Bu çocuk kitap yüzü açmıyor,” diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bugün, belki de sen artık öldüğün için bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum.
” 20 yüzyıl edebiyatının yeni okur tipi evin yapımına doğrudan katılır. Henüz tamamlanmamış olan yapının içinde kendine yaşayabileceği bir ortam yaratmaya çalışır. O yazarın eğittiği, yol gösterdiği biri değildir artık. Yazarla birlikte üretir, etkindir. Elinde kitap rahatça koltuğunda oturmasına izin yoktur onun. Her satırda, her sözcükte uyanık olmak zorundadır. Bu yeni tip yapılarda barınabilmesi için, yazarın bıraktığı anlam boşluklarını doldurması, tuğlaların arasını kapatması gerekmektedir. Yeni okur tipi tüketici değil bir üreticidir.”
“Pamuk’un roman kişileri çoğu kez kendisi olamamanın sarmalında yaşarlar. Cevdet Bey ve Oğulları’nın Refik’i de, Muhittin’i de kendileri olamamanın sıkıntısını çekerler. Sessiz Ev’in Faruk’u Beyaz Kale’nin Hoca’sı ile İtalyan köle, Kara Kitap’ın Galip’i ve Şehzade’si, Yeni Hayat’ın Osman’ı hep ontolojik sorunsal yaşarlar. Kara Kitap’taki Şehzade Osman Celaleddin Efendi(16. Bölüm) tam anlamıyla bir savaş verir kendisi olabilmek için; bu nedenle de, etkilendiği her şeyden -insanlardan, eşyalardan, kitaplardan- soyutlamaya çalışır kendini. Özellikle Beyaz Kale Kara Kitap ve Yeni Hayat’ta kendisi olamamak başkası olmakla sonuçlanır.”
Modernist imgenin kendi dışında belirli/tanıdık bir anlama tercüme edilerek yaşadığımız koşullara uyum sağlaması, ehlileştirilmesi olanak dışıdır. Her anlamlandırma/yorumlama girişimi onun yalnızca bir bölümüne yönelir, hiçbir zaman tümünü kapsamına almaz. İçerdiği tüm anlam katmanlarıyla birlikte, kendi varoluşu, kendi ruhu olan özgül bir varlıktır o; giderek ardından sürüklediği örtük anlamların da üstüne çıkar, dış dünyayla olan tüm bağlarını koparır, tümüyle bağımsızlaşır, daha önce hiç benzeri görülmemiş bir oluşuma dönüşür, türünün ilk örneği olur. Yalnızca estetik düzlemde soluk alabilen bu oluşumlar, modernist romanın mitleridir; bu dünyanın koşulları dışında bir yaşam sürdürdükleri için, geleneksel mitos figürleriyle benzerlik gösterirler.
Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Yıldız Ecevit
” Konuşmaya başladığı an olağanüstü güzelleşen bir kadındı; o, fiziksel güzelliğin hiçbir şey demek olduğunu kanıtlar insana. İnanılmaz doğal, sıcak hemen ayaklarını altına alıp oturan…Collette herhalde böyle bir kadındı. Pırlanta hediye edilecek kadın tipi değil o, olsa olsa değerli bir antika gümüş takı verilebilir ona. İnanılmaz bir sevme gücü vardır. Bu söylediğim kadın erkek ilişkisini dışında bir şey. Onun insana verebileceği sevginin sonu yoktur. Anaç hami bir kadın değil, özgür kadın tipi. Çocuk da istemedi Çılgınlık sınırına kadar yoğun hissedebilirdi: bir tür Anna Karenina gibi. Bir yönüyle çok kırılgandır, çok sert olabilir, çıkarını korumayı bilir.”
“Ve Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar’ ın Sevin’den izler taşıyan Bilge’si için yaptığı şu saptamayla portrenin oluşumuna katılır: Her zaman ne istediğini bilir o.”(T.O. 451)
“Kar” (1999) romanı ise, yazarın metinleri boyunca kurgu düzleminde yaptığı serüven yolculuğundaki en sıra dışı duraktır. Fildişi kulesindeki sanatçı duruşundan hiç ödün vermeden üreten Orhan Pamuk, bu romanında toplumsal konuları odağa alır ve bir toplumcu gerçekçi yazar öykünmeciliği içindeymiş gibi, konusal gerilimi de bayrak yaparak öyküler. Romancılığının bu noktasında belki de, Türk edebiyat eleştirisinin en işlek kulvarını oluşturan toplumcu kesimden yıllardır aldığı yoğun eleştirilere yaratıcı düzlemden bir yanıt vermeyi deniyordur Pamuk. Ancak “Kar”, toplumsal malzemenin yoğun kullanımına karşın, hiçbir zaman toplumsal gerçekçi bir roman değildir. Kar imgesinin yarattığı farklı bir masalsı ontolojinin eşliğinde, tiyatro sahnesinde oynanan oyunun yaşama aktığı bir kurgu oluşturur Pamuk; tiyatro oyuncularına kanlı bir ihtilal yaptırır; varmış gibi görünen konu bütünlüğünü groteskin merceğinden geçirir, mantık dışına taşır.